Ülkenin birinde; soğuk bir kış günü, sıkı sıkıya kürküne gömülmüş Kral, tahtında oturuyordu. Büyük şöminedeki odunlar çıtır çıtır yanıyor, taht odasını sıcacık yapıyordu. Kral’ın hizmetçileri, çıtır çıtır yanan odunların ateşinde; kâh kestane pişiriyor, kâh mısır patlatıyorlardı. Palyaçolar da; mısır ve kestaneleri iştahla mideye indiren Kral’a türlü oyunları kahkahalar arasında sergiliyorlardı.
Bir süre sonra Kral, kışın gün boyu süren bu etkinliklerden bıkmıştı… Yanındaki Vezir’ine döndü “Yeter artık bıktım bu soytarıların biteviye oyunlarından… Bir de her gün kestane, her gün mısır yemekten gına geldi!..” çıkıştı…
Vezir’i olanca dalkavukluğunu takınarak, “Sayın Kral’ım… Ülkenin her tarafı bembeyaz kar… Alabildiğine de soğuk… Sizi dışarıya çıkarıp, gezdirmeye kalksak… Allah korusun sonra sizi hasta ederiz!.. Sizin sağlığınız bizim için önemli…” diyerek durumu kurtarmaya çalıştı.
***
Ancak Kral, saraydan çıkmadan geçirdiği vakitlere bıkmıştı. Artık saray onu sıkıyor, duvarları sanki üstüne üstüne geliyordu. Vezir’ine çıkıştı: “Siz benim tebaamla görüşmemi istemiyorsunuz. Aklınızca bana sarayda hapis cezası verdiniz. Böylece benim vatandaşlarımla da görüşmemi engellemeye çalışıyorsunuz. Ancak beni kandıramazsınız. Ben saraydan çıkacağım, ülkemi gezeceğim. Vatandaşlarımla birlikte olacağım. Onların dertlerini dinleyip, bunlara çözüm bulacağım… Onlarla bütünleşip; ‘Çok yaşa Kral‘ım sözlerini yeniden duyacağım” diyerek bu konuda taviz vermez tutumunu sürdürdü.
Vezir, “Bu kışta, kıyamette nereye kadar gideceksin? Herkes evine kapanmış; kimi görüp, kimi bulacaksın?” demeden, “Yarından tezi yok çıkarız Kral’ım” demek zorunda kaldı.
***
Kral ertesi sabah; neşe içinde kalktı, güzel bir kahvaltı yaptı. En kalın kıyafetlerinin üzerine kürkünü giyip, börkünü de başına takıp dışarıya çıktı. Çift atlı kızağına oturup, yanına da Vezirini aldı. Koşulu atlar, burunlarından soğuk havayı ciğerlerine çektikçe yürekleri bir pompa gibi çalışıyor, ağızlarından köpükler dökülüyordu. Tam da bu sırada, Kral’ın bulunduğu konvoya bir kurt sürüsü saldırdı.
Aç kurtlar gözlerini kısıyor, dişlerini çıkararak, hayvanlara doğru saldırıyorlardı. Bu sırada Kral’ın kızağını çeken atlar ürkmüş, delicesine koşmaya başlamışlardı. Atların süratlenmesiyle, kızak dengesini kaybederek devrildi. Kral kızaktan düşmüş, karlar üzerinde yüzüstü kapaklanmıştı. Aç kurtlar, üzerinde kürk bulunan Kral’ın etrafını anında sarmıştı. Kimi kolunu kapıyor, kimi bacağına saldırıyordu.
***
İşte tam da bu sırada üst üste silah sesleri duyuldu. Kral’a saldıran kurtlardan birkaçı, karla kaplı yeri, kanlarıyla kıpkırmızı yapmışlardı. Arkadaşları vurulan kurtlar, çil yavrusu gibi dağıldı. Atların ürkmesiyle Kral’ın muhafızları geride kalmıştı. Kral’ı kurtlardan kurtaran, oradaki bir kulübede nöbet tutan bir askerdi. Kral, perişan bir vaziyette yerden kalktı. Karşısında hazır ola geçmiş kurtarıcısının yanına geldi. Omuzlarından tutarak, kendisini öperek, “Aferin asker, görevini başarıyla yaptın!..” dedi.
Sonra Kral’ın gözleri askerin kıyafetlerine baktı. Üstünde kabaca yapılmış abayı andıran bir üniforması vardı. Bunun üzerine Kral, “Sen bu kıyafetinle üşümüyor musun?” dedi.
Kurtarıcı asker, “Hayır efendim… Ben bu kıyafetimle çok rahatım, bu kıyafet beni sıcak tutuyor” diye cevap verdi.
***
Kral’ın karakışta gezisi kısa sürmüştü. Yine muhafız birliği ile birlikte sarayına döndü.
Ertesi gün Kral yine tahtında oturuyor, palyaçolar her türlü soytarılığı yapıyorlardı. Kral bir gün önceki olayı çoktan unutmuştu. Sıcacık taht odasında kahkahalar atıyor, neşesine neşe katıyordu. Gel zaman, git zaman bir gün Kral’ın aklına, kendisini vahşi kurtlardan kurtaran asker geldi. Hemen alel acele bir kürk bulup yollara düştü.
***
Askerin kulübesine geldiğinde çevrede hayat yoktu. Hemen kulübeye girdi. Kulübede, askeri kaskatı kesilmiş buldu. Asker donarak ölmüştü. Kulübenin duvarına ise şunları karalamıştı:
“Ben ne güzel hayatımı yaşıyordum. Sen kürk getireceğini söyledikten sonra üşümeye başladım… Aradan geçen günlerde ne gelen vardı, ne de kürk… Günler geçtikçe üşümem fazlalaştı… Umudumun tükenmesiyle birlikte üşümem, donmaya, donmam da can vermeye başladı… İnsanın önce umutlanması, ardından da umudunu kaybetmesi, hayatını kaybetmekle eş değer...
Bir yanıt yazın